Efe Hazretleri’nin Tasavvufi Yönü

Ledünnî Tahsili

Bitlis Şehrine, Muhammed Küfrevî’nin Huzûrlarına Gidişi (Nakşî İcâzeti)

Muhammed Küfrevî Hazretleri’nin Türbesi – Bitlis

Sivaslı Câmi-i Şerifi’nde imamlığa başladığı 1307 / 1890 yılında, muhterem babasıyla berâber Bitlis’e Muhammed Küfrevî’nin ziyâretine giden Efe Hazretleri, o mukaddes zâtın kudsî nazarıyla kâmil bir insan hüviyetini kazandı. Hazret-i Pîr Muhammed Küfrevî, Hâce Hüseyin Efendi’ye halîfelik icâzeti verdi ve “Muhammed Efendi’yi de sana yardımcı ta‘yîn ettim” buyurdu. Efe Hazretleri beş yıl sonra 1312/1894-1895 tarihinde Hazret-i Pîr’den halîfelik icâzeti aldı.

Efe Hazretleri, mesnevî tarzındaki elli altı beyitlik manzûmesinde Mürşid-i Akdes’i Cenâb-ı Küfrevî’yi ziyârete gidişlerini anlatmaktadır

  1. Bin üçyüz yedide oldum revâne
    Erişdim ravza-i dârü’l- emâne
  2. Cihân gülzâr içinde bir gül-i ter
    O şehr-i Bitlis idi verd-i ahmer
  3. Mekîn ile mekân bulur şerâfet
    Kerîm ile görülür her kerâmet
  4. Mübârek bir zaman kıldım ziyâret
    Ziyârete var idi bir işâret
  5. Verirdi feyz-i Feyyâz’dan nişânı
    Var idi Bitlis’in bir âlî-şânı
  6. Makarr-ı ârifân merkez-i irfân
    Sezâdır reşk ede cennetde Rıdvân
  7. Hakîkat menzili rahmet-i Rahmân
    Nüzûl-i feyz-i İlâhî’de her ân
  8. Hayât-ı câvidan âb u hevâsı
    Muhabbet idi ehlinin nevâsı
  9. Ulemâsında var şân u şerâfet
    Verirdi sözleri rûha halâvet
  10. Güneş-veş bahşederdi nûr cemâli
    Kamer-veş gösterirdi her kemâli
  11. Müzeyyen eylemiş kesret-i eşcâr
    Mutantan eylemiş envâ-‘i ezhâr
  12. Gülistanında gülleri açılmış
    Nûristanına sünbüller saçılmış
  13. Seherlerinde bülbüller öterdi
    Benefşeler külâhını atardı
  14. Sabâ urdukça berg-i güllerine
    Seherlerde per-i sünbüllerine
  15. Nesîm-i feyz-âver olurdu câne
    Gelirdi derd- mendân heyecâne
  16. Düşerdi feryâda mürgan u eşcâr
    Cemâlin göze gösterince ezhâr
  17. O dem ehl-i dilânı şâd ederdi
    Muhabbet âlemine cân giderdi
  18. Zurûf-ı feyz-i Feyyâz kûy-i cânan
    Görünürdü göze ahcârı mercân
  19. Denilse ravza-i Firdevs sezâdır
    O kudsîler mekânı cân-fezâdır
  20. Dağ u bâğ nâle-i tevhîdle memlû
    Füyûzât-ı İlâhî ile dolu
  21. Ederdi zâkiran ezkâr-ı enhâr
    Sabâ gibi olurdu dilde tekrâr
  22. Metâf-ı ervâh-ı ebdâl ü evtâd
    Ederdi ebrârı ahyârı dilşâd
  23. Der-i dergâh-ı âşıkan idi ol
    Azîm kâ‘be-i ârifân idi ol
  24. Ricâlullâh eserleri müheyyâ
    Veliyyullâh kabirleri muzayyâ
  25. Yüzü nûranî pîrler var idi
    Kamusu Hazet-i Hakk’a yâr idi
  26. Var idi serv-i kametli civanlar
    Hilâl-i nev gibi ebrû-kemanlar
  27. Akardı câ-be-câ enhâr-ı kevser
    Olupdur feyz-i İlâhî müyesser
  28. Sîmîn-mûleri verirdi hayâtı
    Gören gözler alırdı füyûzâtı



  1. 1307/1890 da yola çıktım ve her türlü endişe ve korkudan uzak, cennet bahçelerinden bir bahçe gibi olan Bitlis’e ulaştım.
  2. Bitlis, yeryüzü gülbahçesinde tâze bir gül; bir kırmızı gül idi. Yâni yeryüzünde tekti.
  3. Mekân, oturanla değer ve şeref bulur. Bütün lütuf ve bağışlar; değer ve şerefler, lütuf ve bağışta bulunan; asâlet ve şeref sâhibi bir kimseyle ortaya çıkar.
  4. Pîr-i Küfrevî’yi ma‘nevî bir işâretle mübârek bir zamanda ziyâret ettim.
  5. Bitlis’in, Feyyâz-ı Mutlak Allahû zü’l-Celâl’in maddî-ma‘nevî bolluk, bereket ve ihsânından âlametler gösteren çok değerli, şanlı, şerefli yüce bir kimsesi vardı.
  6. İrfânın ( İlâhî sırlara, gerçeklere ulaşma; İlâhî gerçekleri sezme bilgisinin) merkezi; irfân sâhiplerinin meskeni olan Bitlis’i, cennetin muhâfızı olan Rıdvan kıskansa yeridir.
  7. Bitlis, kullarına acıması ve şefkati çok olan Allah’ın rahmetinin ve her an yağmur gibi yağan İlâhî feyzin hakîkat durağı.
  8. Havası ile suyu sonsuz hayat, dirilik ve canlılık kaynağı olup sâkinlerinin gıdâsı muhabbet idi.
  9. Âlimleri, ilmî dereceleri yüksek, haysiyetli, şerefli kimselerdi. Onların sözleri rûha zevk ve tat verirdi.
  10. Nûrlu cemâli (yüzü) güneş gibi karşılıksız ihsanda bulunurdu. Her kemâli (bilgi ve güzel ahlâk bakımından olgunluğu) tıpkı ay gibi ayân-beyân gösterirdi.
  11. Ağaçlarının çokluğu Bitlis’i süsleyip donatmış; çiçeklerinin çeşitliliği onu gösterişli, şatafatlı kılmış.
  12. Gül bahçesinde güller açılmış; nûr bahçesine sünbüller saçılmış.
  13. Seherlerinde bülbüller öterdi; benefşeler (menekşeler) külâhını atardı.
  14. Seherlerde kuzey doğu yönünde esen hafîf ve latîf rüzgâr güllerin yaprağına, sümbüllerin kanadına vurdukça;
  15. câna, feyz getiren nesîm ( hoş bir rüzgâr ) olurdu, dertliler heyecana gelirdi.
  16. Çiçekler güzelliğini gösterince, ağaçlar ve kuşlar heyecana düşerdi.
  17. O an gönül ehlini memnûn ederdi; can muhabbet âlemine giderdi.
  18. Cânânın (Muhammed Küfrevî’nin) beldesi, bağışı sonsuz olan Feyyâz-ı Mutlak yüce Allah’ın maddî ve ma‘nevî bolluk ve bereketinin; ni‘met ve ihsânının kabı idi. O beldenin, taşları göze mercan (deniz dibinde kök salıp ağaç gibi büyüyüp gelişen iskeletli hayvandan elde edilen kıymetli kırmızı madde) gibi görünürdü.
  19. O can bağışlayan kudsîler makamına Firdevs (cennet) bahçesi denilse lâyıktır.
  20. Dağı, bâğı Tevhîd’in (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûllah) iniltisiyle ve İlâhî feyizlerle dolu.
  21. Allah’ı zikredenlerin zikirleri nehirler gibi akardı. Zikrin tekrârı, dilde ve gönülde seher yeli gibi eserdi.
  22. Bitlis Allah dostlarından Ebdâl (yetmiş kişilik veliler topluluğu) ile Evtâd (her biri bir yönde dört büyük velî ) ruhlarının etrafında dolaşıp ziyâret ettikleri yerdir. Burası Ebrâr (îmânlarında sâdık ve samîmî Allah’a yakın kullar) ile Ahyâr’ın (yedi kişilik velîler topluluğu) gönüllerini sevindirdi.
  23. O, (Muhammed Küfrevî) âşıklar dergâhının kapısı idi. O, âriflerin (İlâhî sırları, gerçekleri sezip bilenlerin) ulu kâ‘besi idi
  24. Hakk’a erenlerin, Allah erlerinin eserleri hazır beklemekte, Allah dostlarının kabirleri ışık vermekte….
  25. Burada herbiri, Hak Teâlâ’ya yâr olan yüzü nurlu ihtiyârlar var idi.
  26. Servi boylu gençler, yeni ay gibi keman kaşlılar var idi.
  27. Burada yer yer cennet ırmağı gibi, baldan tatlı, kardan soğuk ırmaklar akardı; İlâhî feyiz kolayca geliverirdi.
  28. Gümüş gibi beyaz saçları hayat verirdi. Gören gözler feyiz alırdı.
  1. Mesâcidleri mir’ât-ı hidâyet
    Dolardı câ-be-câ ehl-i seâdet
  2. Câmilerde cemâatin cemâli
    Muhakkak gösterirdi her kemâli
  3. O mecme-‘i mehâsin kûy-i cânan
    Hayât-ı bâkî bulurdu giren can
  4. Cenâb-ı Küfrevî zât-ı mukaddes
    Karargâh eylemiş mürşid-i akdes
  5. Ezelden tâ-ebed nûr-i hidâyet
    Rûh-i pâkine olmuşdu inâyet
  6. Vücûd-i mes‘ûdu kûy-i tecellâ
    Bu âfâk nûru ile mütecellâ
  7. Verüp İslâm’a şevket ü şerâfet
    Olan dillere nâşir-i hidâyet
  8. Ricâlullâh içinde mîr-i mîran
    Gürûh-i evliyâya şâh-ı devrân
  9. Bu ümmete o nâib-i peyamber
    Hidâyet tarîkine oldu rehber
  10. Künûz-i merhamet deryâ-yı himmet
    O hurşîd-i hüdâ enhâr-ı rahmet
  11. O dem ki Kur’ân’ı tefsîr ederdi
    Velî deryâ-yı esrâra giderdi
  12. Nice şöhretgîr âlimler o demde
    Kalırdı âlimin ilmi ademde
  13. Güneş yanında encüm görünür mü
    Güneş bir perde ile bürünür mü
  14. O dem ki ol dür-i deryâ-yı hikmet
    Ledünniyyâtını eylerdi sohbet
  15. Nüzûl-i rahmet-i Rahmân olurdu
    O merhamet mahallini bulurdu
  16. Füyûzât-ı İlâhî gark ederdi
    Gönülden hubb-i mâsivâ giderdi
  17. Hidâyet perveri ârif-i billâh
    Fenâfillâh olan olur meallâh
  18. Bekabillâh olan mürşid-i âlem
    Olur irşâd o mürşid ile âdem
  19. Güneş-veş mürşid-i kâmil nûr-efşân
    Reşâdet kubbesinde mihr-i rahşân
  20. Güzergâh eylemiş lâhût ilini
    Deşirmiş üdnü minnî güllerini
  21. Yanında bir idi dür ile mercân
    Ubûdiyyetde eylerdi heyecân
  22. Berâberinde evlâd-ı kirâmı
    Ederdi ehl-i îmân ihtirâmı
  23. O deryâ-yı hidâyet dürlerinden
    Alırdık bûy-i Rahmân güllerinden
  24. Zurûf-i mey-i ma‘nâ-yı hidâyet
    Yanında her biri mihr-i seâdet
  25. Yanında her biri bir nûr pîr idi
    Yanında Çâr-yâr’e benzer idi
  26. Görürdün her birin cennet cemâli
    Cemâlinden nümâyandır kemâli
  27. Mukaddes rûh mutahher olur elbet
    Seâdet-mend münevver olur elbet
  28. Mukaddes eylemiş Mevlâ ezelden
    Bu ihsân sebkat etmiş Lem-yezel’den
  29. Radıyallâhü anhüm ve annâ
    Raadıynâ kısmete’l-cebbâri fînâ
  1. Mescidleri, câmileri İslâm Dîni’nin hidâyet aynası idi; saf saf seâdet ehli bahtiyâr kimselerle, müslümanlarla dolardı.
  2. Câmilerde cemaatin yüzlerindeki güzellik şüphesiz her mükemmelliği gösterirdi.
  3. O makbûliyetin, güzellikler ve iyiliklerin toplandığı yer olan cânân diyârına giren cân, ebedî hayat bulurdu.
  4. Arınmış temizlenmiş mübârek bir zât ve pek mübârek bir mürşid (etrafındakilere doğru yolu gösteren, müridlerine hakîkatleri, sırları açan bir mübârek şahsiyet) olan Küfrevî, Bitlis’i karargâh eylemiş…
  5. Ezelden (başlangıcı olmayan geçmiş zamandan) tâ ebede (sonu olmayan gelecek zamana ) kadar sönmeyecek hidâyet nuru, O’nun temiz rûhuna ihsân olunmuştu.
  6. Bu ufuklar O’nun, İlâhî kudret ve sırların göründüğü mahal olan seâdetli vücûdunun nûru ile aydınlıktır.
  7. İslâm’a ululuk ve değer verip gönüllere hidâyet dağıtan, saçan Muhammed Küfrevî,
  8. Allah erlerinin içinde beyler beyi; velîler topluluğunda zamanın şâhı idi.
  9. O, bu ümmete Hazreti Peygamber’in vekîli, hidâyet yolunun rehberi oldu.
  10. O merhamet hazînesi, himmet (ma‘nevi yönelişin, rûhanî imdâdın) deryâsı, hidâyet güneşi, O rahmet ırmağıdır.
  11. O, Kur’an-ı Kerîm’den âyetler tefsir ettiği anda, sanki sırların deryâsına dalardı.
  12. O anda, nice şöhretli âlimlerin ilmi, bu zâtın ilmi yanında yok olur giderdi.
  13. Güneşin yanında yıldızlar görünür mü? Güneş bir perde ile örtülebilir mi ?
  14. O hikmet denizinin incisi Şeyh-i Küfrevî, kendisine Allah katından verilen ilim ve hikmetle sohbet ederdi.
  15. Kullarına acıma ve şefkati fazla olan Allah’ın rahmeti iner ve merhamet mahalli olan o zâtı bulurdu.
  16. İlâhî feyzler dolar taşardı. Allah’tan başka bütün varlıkların sevgisi gönülden silinir giderdi.
  17. Hidâyetli; kalbini, fikrini Allah’a bağlamış ve sâdece onunla meşgul olarak Allah’ı hakkıyla anlamış, kendi nefsânî sıfat ve vasıflarından sıyrılıp Allah’ın varlığında ve birliğinde yok olmuş kimse elbette Allah ile olur…
  18. Beşerî vasıflardan, bayağı arzulardan sıyrılıp İlâhî vasıflarla donanmış, süslenmiş; Allah ile yeniden var olup ebedîliğe eren âlemin mürşididir O. İnsanoğlu böyle bir mürşid ile irşâd olur.
  19. Güneş gibi nûr saçan mükemmel bir mürşid; reşâdet kubbesinde (hiç ayrılmamacasına doğru yolu takip etmede) parlak güneş.
  20. Ma‘nevi varlıklar dünyasını, rûhâniyet âlemini gezip dolaşmış, üdnü minnî (Allah Teâlâ’nın yaklaş bana hitabı) güllerini toplamış.
  21. O’nun katında inci ya da mercanın değeri aynı idi. Diğer fânîler gibi onlar da sıradan şeylerdi. O’nun ilgisini çekmez ve O’nu heyecanlandırmazdı. O, Allah’a kulluk konusunda heyecanlanırdı.
  22. O’nunla birlikte olan asâlet ve necâbet; şeref ve izzet sâhibi oğullarına îmân sâhipleri hürmet ederlerdi.
  23. Onlar hidâyet deryâsının incileriydi…Onlar hidâyet bahçesinin gülleriydi… Onlardan Rahmân’ın kokusunu alırdık.
  24. Hidâyetin özü ma‘nâ şarâbının; İlâhî aşk ve feyzin zarfları, sâhipleri olan oğulları, yanında her biri bir se‘âdet güneşi idi.
  25. Yanında herbiri bir pîrin nûru idi, bir kâmil mürşid idi. Yanında dört sevgiliye (Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali’ye ridvânullâhi aleyhim ecmaîn) benzer idi.
  26. Her birinin cemâlinin cennet misâli olduğunu ve cemâlinden (yüzünün güzelliğinden) kemâlini apaçık görürdün.
  27. Mukaddes (ayıp ve noksanlardan arınmış mübârek) rûh elbette tertemizdir. Seâdetli bahtiyâr elbette parlak ve aydınlıktır.
  28. Mevlâ ezelden (başlangıcı olmayan geçmiş zamandan) mukaddes eylemiş. Bu ihsân Lem-yezel (kalıcı, değişmez ve yok olmaz) Allah’ın bir lutfu olarak öne geçmiştir. Yâni Pîr-i Küfrevî’nin sâhib olduğu kemâlat, Cenâb-ı Hakk’ın O’na ezelden takdir buyurduğu bir ihsânıdır.

Akdesim Şâh-ı Şirvanî Muhammed Küfrevî, hergün iki saat sohbet buyururlarmış. Pederimle birlikte sohbetleriyle müşerref oldum. Sohbetten sonra Hazret-i Pîr meclisten dışarı çıktılar. Ben de irâdem olmadan yerimden kalktım, kapıya doğru yöneldim. Bir kuvvet beni çekiyordu. Odadan dışarı çıktığımda Hazret-i Pîr bir kolunda büyük oğlu Şeyh Abdülhâdî, Diğer kolunda küçük oğlu Şeyh Abdülbâkî olduğu halde ayakta durmuş bekliyordu. Bana mübârek elleriyle yaklaşmamı emretti; yaklaştım… O zât-ı mukaddes mübârek elleriyle şakaklarımdan tutup bir nazar etti ki, başım Arş’a değdi zannettim…”
Bu kudsî ânı Hâce Seyfeddin Efendi, pederinin hitâbı mahsûlü olarak ifâde ettiği manzûmesinde şöyle anlatmaktadır:

Şâh-ı Şirvânî ki ol pîr-i akdes
Bâb-ı feyz-i Rahman zât-ı mukaddes
Kıblegâh-ı enâm melce-i herkes
Hükmullâhe râzî olsun gönüller

Ezele mutâbık ne güzel devrân
Feyz-i nazarına kavuştum ey cân
Başım Arş’a kendim ferîd-i devrân
Hükmullâhe râzî olsun gönüller

Efe Hazretleri de bir beytinde ehl-i nazarın nazarının değerini ifâde için şöyle buyuruyor:

Dünya ve mâ-fîhâ değer ehl-i nazardan bir nazar
Kenz-i dile şâyestedir îsar eder dürr ü güher

Yâni nazar ehlinden bir kimsenin nazarının kıymeti, dünya ve içinde bulunan eşyânın kıymetine denktir. O nazar ki, gönül hazînesine yaraşır inci ve mercanlar saçar. Sâlikin gönlü mürşid-i kâmilin nazarıyla dünya ve dünyâya ait olan mâsivadan boşalır; feyz-i ebedî ve zevk-ı sermedî ile dolar. Efe Hazretleri yine başka bir beyitte kudsî nazara mazhariyetini ve hâl-i mahviyyetini iş‘âren buyuruyor ki:

Bir nazarla dilrubâlar lâle-zâr eyler beni
Lâle-veş âteş-i hasret dağ-dâr eyler beni

Gönüllere hükmeden ma‘nâ erleri bir nazarla beni lâle bahçesi gibi baştan başa kırmızıya boyarlar. Yâni kanıma girer, gönlümde fâniye ait ne varsa öldürür, yok ederler. Kesretten vahdete götürür, tevhîd sırrına erdirirler. Deryâ-yı tevhîde karşı duyulan vuslat hasreti sona erse de bu kez tevhîd deryâsında yâni vuslatta hasret başlar. Bu hasretin lâle renkli kor gibi âteşi yüreğimi dağlar.

O kudsî nazara mazhar olduğu günün gecesinde Efe Hazretleri rüyâda, Hazret-i Pîr’in bir dizinde Şeyh Abdülbâkî Efendi diğer dizinde ise kendisinin oturduğunu görür. Sabahleyin Hazret-i Pîr, Hâce Hüseyin Efendi’yi halîfesi olarak ta‘yin ettiğini oğlu Muhammed Lutfî’yi de ona yardımcı(19) verdiğini beyân eder. Efe Hazretleri acziyyet ve mahcûbiyyet içerisinde “Ben kim yardımcı olmak kim” diye düşünmektedir. Bunun üzerine Pîr Muhammed Küfrevî kendisine teveccüh ve iltifatla: “Muhammed Efendi! Seni evlâdımız Abdülbâkî’den ayırt etmedik görmedin mi?” buyururlar.

Sene 1925. Efe Hazretleri yedi yıldır Alvar köyünde ikamet etmekteydi. Geçen sene olduğu gibi bu sene de Bitlis’i ziyârete niyetlenmişti. Bunu haber alan Alvarlılar ve civâr köylerden Efe’yi tanıyanlar, bu ziyâretin ne zaman gerçekleşeceğini merak ediyorlardı. Efe Hazretleri’nin Hicrî tarihle 21 Rebiülevvel 1334 yâni 3 Eylül 1925 pazartesi günü yola çıkacağı belli olunca, o gün erkenden, civar köylerden Alvar’a at sırtında, arabayla gelenler olmuştu. Kuşluk vakti köyün harmanında toplandılar. Sığırlılı Cemal Hoca, Sâbit Baba, bir de Seyfeddin Efendi, Efe Hazretleri’yle berâber gideceklerdi. Seyfeddin Efendi 17 yaşındaydı. Hasankale’de kunduracı Cânip ustaya günler öncesinden kundura sipârişi vermişti. Hareket saati gelip çatmıştı ama kunduraları henüz eline geçmemişti. Efe Hazretleri şenliği bekletmemek için oğluna, kunduraları gelince gecikmeden hareket etmesini ve kendilerine yetişmesini tenbih edip yola çıkmaya karar verdi. Şenlik halka olup Efe’nin etrâfında toplandılar. Efe Hazretleri yüzünü kıbleye döndü ve ellerini kaldırıp öyle sûzişli duâ etti ki, ağlamayan kalmadı. Cemaatin içinde bulunanlardan Kâzım Ağa’nın oğlu Osman Efendi herkesten çok ağlamıştı. Osman Efendi 20-21 yaşlarında bir delikanlıydı. Muhabbet ateşi gönlünü dağlamaktaydı. Bitlis’e gitmeyi çok istiyordu ama, babasından izin alamayacağını bildiği için kimseye bir şey söyleyemiyordu. Çünki köyde iş-güç zamanıydı. Efe Hazretleri, duâyı bitirip Fâtiha dedikten sonra atına bindi. Cemal Hoca, Sâbit Baba da atlarına bindiler. Cemaatle vedâlaşıp yola koyuldular. Efe Hazretleri kendilerini komşu köye kadar uğurlamak isteyenlerden beş kişi dışında kimseye izin vermedi. Osman Efendi, mahzun bir halde eve kapanmış kendi başına oturuyordu. Aradan yarım saat geçmişti. Babası Kâzım Ağa’nın sesiyle irkildi birden: Osman! Osman!. “Ama nasıl olur? Babam Efem’i uğurlamaya gitmişti. Babamın geri dönmesi mümkün değil. Kulağıma sesler mi geliyor acaba” diye düşündü Osman Efendi. Tekrar aynı ses: Osman! diye daha kuvvetli seslenince bu sefer Osman Efendi dışarıya fırladı. Babası kapı önünde, at sırtında onu bekliyordu. -Osman! Efem seni istiyor. Bitlis’e gider misin? “Giderim” diye gürledi birden. Osman Efendi Efe Hazretleri’nin hem kerâmetine şâhit olmuş, hem de ikrâmına nâil olmuştu. “Öyleyse hazırlan! Seyfeddin Efendi’yle beraber yola çıkarsınız” dedi babası. Hazırlıklarını tamamlayıp iki genç yola koyuldular. İkindiye doğru Ketvan’da (Yastıktepe) Efe Hazretleri’ne kavuştular. O gece Fâzıl Efendi’nin yazlığında kaldılar. Yatsıdan sonra Efe Hazretleri hatme okuturken zelzele oldu. Halkada bulunanlardan hiç kimse oturuşunu dahi bozmadı. Oradan sabah erken vakitte Hınıs’a doğru yola çıktılar. O sıralarda Şeyh Said İsyânı baş göstermişti. Bu isyânı fırsat bilen bazı çapulcular, yol kesip adam soymaktaydılar. Hınıs Kellesi’ne gelince Efe Hazretleri durakladı. Osman Efendi’nin yeni, gösterişli pardesüsüne eşkıyânın tama‘ edip kendilerini rahatsız etmelerinden endişeliydi. Kendi hırkasını Osman Efendi’ye verdi. Onun yeni perdesüsünü de alıp cübbesinin altına giydi. “Oğul! Bu yol kesenler, böyle şeylere tama‘ ederler. Biz önce tedbirimizi alalım sonra Allah’a tevekkül edelim” buyurdu. O gece Hınıs’ta Kaymakam Maksut Bey’e misâfir oldular. Maksud Bey aslen Erzurumlu ve Efe Hazretleri’ne karşı çok saygılı bir zâttı. Sabah izin alıp ayrıldılar. Akşam bir çerkez köyü olan Mergemist’te (Çayıryolu) kaldılar. Köylüler çok ikramda bulundular, hurmet gösterdiler. Efe Hazretleri’ni tanıyorlardı. Ertesi gün yola devam ettiler. Çarbugur’da (Bağiçi) Abdülmecid Efendi’ye misâfir oldular. Bir gece de burada konakladıktan sonra Şeyh Hasan Efendi’nin oğlu ve Hazret-i Pîr’in halîfesi Abdülmecid Efendi’yi de alarak Şaşhan’a (Aydıngün) geçtiler. Şaşhan’ın hocası Muhammed Efendi’de de bir gece kaldıktan sonra Muhammed Efendi’yle birlikte Muş’un Kod (Tan) Köyü’ne, Hazret-i Pîr’in halîfesi Şeyh Yusuf Efendi’ye gittiler. Şeyh Yusuf Efendi 90 yaş civârında nûrânî bir Pîr idi. Efe Hazretleri yolda yanındakilere, O’nun yüce meziyetlerini ve eşsiz fazîletini pek çok medh ü senâ etti. Sonra şu kerâmetini anlattı: Şeyh Yusuf Efendi, yüz kişilik bir kafileyle Haccâ giderken yolda harâmîler yollarını kesip elbiselerine varıncaya kadar soyuyorlar, herşeylerini ellerinden alıyorlar. Atlarını da götürdükleri için çâresiz dağ başında kalıyor ve orada sabahlıyorlar. Sabah erkenden harâmîlerin kendilerine doğru geldiğini gören hacı adayları; “Önce malımızı aldılar, şimdi de canımızı almaya geldiler” diyerek endîşeye kapılıyorlar. Harâmîlerin reisi; “Bütün hacılar sıraya dizilsin.” diyor. Sıra hâlinde toplanan hacı adaylarını tek tek dikkatlice inceleyerek gözden geçiren reis, Şeyh Yusuf Efendi’ye gelince hemen ayaklarına kapanıyor. O gece rüyâsında gördüğü bu mübârek zâtın kendisini affetmesi için yalvarıyor. Şeyh Hazretleri; “Tevbe et!” buyuruyor. Eşkıya başı tevbe ediyor. Aldıklarını iâde ettiği gibi, bir de adamlarıyla birlikte Şeyh Yusuf Efendi Hazretleri’nin kafilesine katılıp berâber hacca gidiyorlar. Bunu anlattıktan sonra Efe Hazretleri buyurdu ki; “Uşak! Yirmi gün hiç durmadan at sürseniz, bütün memleketi dolaşsanız, Şeyh Yusuf Efendi gibi bir zât bulamazsınız.” Şeyh Yusuf Efendi misâfirlerini üç gün bırakmadı. Her gün ikindi ve yatsı namazlarından sonra hatm-i hâcegân okundu. Duâyı Şeyh Hazretleri yapıyordu. Üç günden sonra hep berâber yola çıktılar. Şeyh Yusuf Efendi’nin atı biraz yavaş olduğu için Efe Hazretleri Osman Efendi’ye, atını Şeyh Efendi’ye vermesini emretti. Geçen seneki Bitlis ziyâretinde, o atın Şeyh Efendi’yi yorduğunu, rahatsız ettiğini unutmamıştı. Kodni’ye (Günkırı) oradan da Morh’a (Aşağı Kolbaşı) uğradılar. İkindi namazını orada kıldıktan sonra Rahva düzüne indiler. Bitlis’e girmeden önce atlardan indiler. Hazret-i Pîr’in beldesine at sırtında girmeyi edebe uygun bulmuyorlardı. 90 yaşına ve zaîf vücûduna rağmen Şeyh Yusuf Efendi de yaya olarak yürüyordu. Tekkeye geldiler. Onları gören hizmetçiler hemen koşup atlarını aldılar. Başlarında Küfrevî tâcıyla üç halîfe; Şeyh Yûsuf Efendi, Abdülmecid Efendi ve Muhammed Lutfî Efendi; berâberlerinde Seyfeddin Efendi, Sâbit Baba, Sığırlılı Cemal Hoca ve Osman Efendi olmak üzere Şeyh Abdülbâkî Efendi’nin huzuruna girdiler. Sırayla el öptüler. Şeyh Efendi, Halîfe Efendileri karşı sedire oturttu. Diğerlerinin diz üstü yerde oturmak istemelerine izin vermedi. Onlara sandalyaları işâret etti. Kendisi koltukta oturuyordu. Şeyh Abdülbâkî Efendi, ağabeyi Hazret-i Şâh’ın 1914’te vefâtından sonra Küfrevî postuna oturan pek muktedir bir mürşid-i kâmil idi. İlk gençlik yıllarında iyi at binen, av merâkı olan şahbâz bir delikanlı idi. Bir gün muhterem babası Pîr-i Küfrevî kendisini huzuruna çağırdı. Hazret-i Pîr koltukta oturmaktaydı. “Abdülbâkî! yüzünü yere koy.” buyurdu. Abdülbâkî Efendi, babasının ayakları önünde, yanağı yere değecek şekilde yüzünü yere koydu. Hazret-i Pîr mübârek ayağını oğlunun diğer yanağı üzerine koyup; “Abdülbâkî! dünyadan geç” buyurdu. Bir müddet öylece durduktan sonra; “Geçtin mi?” diye sordu. “Belî kurban geçtim” cevâbını alınca, diğer yanağını çevirmesini emretti. Bu sefer aynı şekilde mübârek ayağını oğlunun öbür yanağına koyup; “Abdülbâkî! ukbâdan da geç” buyurdu. Bir müddet sonra; “Geçtin mi?” diye sordu. Abdülbâkî Efendi, “geçtim” cevâbını verince; “Haydi kalk! senin işin tamamdır.” Buyurdu. Aldığı bu himmetle gerçekten Abdülbâkî Efendi’nin işi tamam olmuştu. Sonunda Küfrevî Dergâhı’nın post-nişîni oldu. Efe Hazretleri’nin daha önceki ziyâretinde, Hazret-i Pîr’in cuma namazlarını kıldığı Kızıl Mescit’te Şeyh Abdülbâkî Efendi bir hatme yapmıştı. Cemaat yedi kişiydi. Her birine Ashâb-ı Kehf’in isimlerinden birini verdi: Yemlihâ, Mekselinâ, Meslinâ, Mernûş, Debernûş, Sâzenûş, Kefeştetayyuş. O sırada oğlu Nesîm Efendi kapıda göründü. “Kurban beni de Kıtmîrliğe kabul et.” dedi ve o da halkaya iştırak etti. Öyle feyizli bir hatme olmuştu ki, halkada bulunanlar kendilerinden geçtiler. Hatme bitince Hazret-i Şeyh, “Bu da nîm-hatme (yarım hatme) oldu.” buyurdu. Efe Hazretleri’nin bu ziyâretlerinde Nesîm Efendi 25 yaşlarındaydı. Babası sohbet ederken o mâbeyinde durmadan ağlıyordu. Bir ara Efe Hazretleri, inâbe almak isteyenlerin olduğunu, onları evlâtlığa kabul buyurmasını Şeyh Efendi’den istirham etti. Seyfeddin Efendi ile Osman Efendi Şeyh’in önünde diz çöküp oturdular. Şeyh Efendi el tutup onlardan biat aldı. Uzunca bir duâ yaptı. Bambaşka bir âlem oldu. Sonra Efe Hazretleri’ne dönüp, “Halîfe Efendi! gerisini sen ikmâl edersin.” buyurdu. Üçüncü günkü ziyâretlerinde Şeyh Abdülbâkî Efendi, kendi sırtındaki cübbeyi çıkarıp Seyfeddin Efendi’ye giydirdi ve “Seni halîfe nasbettim. Sen hatm-i hâcegân okutacaksın, cemaata sohbet edeceksin” buyurdu. Efe Hazretleri’ne hitâben de, “Seyfeddin bizimdir.” iltifâtında bulundu. Misâfirler, Bitlis’den sonra Tillo’ya gitmek niyetindeydiler. Şeyh Abdülbâkî Efendi, ma‘lum isyandan dolayı ortalığın karışık olduğunu, gecikmeden Erzurum’a dönmelerinin daha isâbetli olacağını ifâde ederek Tillo’ya gitmelerine izin vermedi. Aldıkları emir üzerine, geldikleri güzergâhı takip ederek Erzurum’a döndüler. Gidişleri ve dönüşleri 20 gün sürmüştü .

Efe Hazretleri Pîr-i Küfrevî Hazretleri’ni sonsuz sadâkat ve samîmiyetle; derin muhabbet ve hayranlıkla medheder. O’nun bu medhiyelerinden ikisini teberrüken okuyalım:

  1. Cânan yolunda cânım giderse cânıma minnet el-hükmü lillâh
    Yârin eliyle şem‘am yanarsa devlet-i bâkî fazlun minallah
  2. Dîdâr-ı yâri kılan temâşâ ağyâr yüzüne bakar mı hâşâ
    Nûr-i tecellâ menzil-gehidir mir’at-ı hikmet min-kudretillâh
  3. Hurşîd-i ma‘nâ mihr-i dilârâ şevk-ı cemâli kamer-i garrâ
    Enzâr-ı rahmet kân-ı kerâmet şems-i seâdet min-rahmetillâh
  4. Enhâr-ı irfan sadrında cârî ezkâr-ı Rahmân leyl ü nehârî
    Feyz-i feyezan dâru’ş-şifâdır fermânı dâim tûbû ilallah
  5. Burc-i Küfrâ’da mâh-ı münevver doğdu o meh-rû hurşîd-i ahmer
    Mürşid-i ümmet ummân-ı rahmet nûr-i mücessem rûh-i meallah
  6. Pîr-i Küfrevî emîr-i ebrâr nûr-i ma‘nevî sultân-ı ahyâr
    Şems-i hidâyet necm-i seâdet hâdî-i ümmet min-keremillâh
  7. Nâm-ı Muhammed sırr-ı mukaddes emîr-i aktâb bir zât-ı akdes
    Serdâr-ı pîran râh-ı hüdâda lokman-ı devran li-hikmetillâh
  8. Tavâf ederdi ricâl-i kirâm asrında olan âlim-i allam
    Dergâh-ı Mevlâ idi o sultan ihsân ederdi hasbeten lillâh
  9. LUTFÎ letâfet şânına şâyan hurşîd-i vahdet güneşten ayan
    Nâşir-i feyz-i Feyyâz-ı mutlak ehl-i îmâna lillâhi fîllâh

  1. Cânân (Pîr’im Küfrevî’nin) yolunda cânım giderse, bunu bana yapılmış bir iyilik ve bağış sayıp memnûniyetle karşılarım. Tevekkül ve teslimiyetle “Hüküm Allah’ındır” derim. Yârim (Pîr’im Küfrevî’nin) eliyle mumum, kandilim yanarsa, bu benim için bitip tükenmez bir seâdet, ebedî bir zenginlik ve en yüce bir mevki… Bu da bana Allahu Teâlâ’nın en büyük bağış ve keremidir.
  2. Yârim Pîr-i Küfrevî’nin mübârek yüzünü seyreden O’ndan başkasının yüzüne aslâ bakamaz. O, İlâhî nûrun göründüğü, Allâhu Teâlâ’nın herşeye yeten gücünden ve âlemi kaplamış ezelî kuvvetinden bir hikmet aynasıdır.
  3. O, ma‘nevî bir güneş; gönlü süsleyen muhabbet… Cemâlinin (yüz güzelliği), ışığı, zıyâsı parlak bir ay…O rahmet nazarlı, her an lütuf ile ikrâm kaynağı, Allah’ın rahmetinden bir seâdet güneşi…
  4. Göğsünde irfan nehirleri akıp durmada… Kullarına acıma ve şefkati çok olan Allâhu Teâla’yı zikredişler gece gündüz devamlı… O taşkın ve coşkun, kerem ve ihsânı bol olan şifâhânedir. O’nun devamlı buyruğu Allâhu Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’ inde emrettiği. “Allah’a tevbe ediniz. ” âyet-i kerîmesidir.
  5. Yüzü ay gibi parlak güzel, İlâhî tecellilerden hâsıl olan nûrlarla ayın ondördü gibi Küfra burcundan doğdu. O İslâm Dîni’ne inanan milletin mürşidi, rahmet deryâsı, rûhu Allah ile olan, sanki elle tutulabilir gözle görülebilir cisim hâline gelmiş nûrdur.
  6. O Küfreli Pîr, Ebrâr’ın (îmânlarında sâdık ve samîmi, Allâh’a yakın insanların) başkanı… O ma‘nevî nûr, Ahyâr’ın (yedi kişilik velîler topluluğu) sultânı… O hidâyet güneşi, O seâdet yıldızı, Allah’ın kereminden ümmetin yolunu aydınlatan hidâyet rehberidir. İslâm Dîni’ne inanmış milletin din rehberidir.
  7. Hazret-i Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellemin ismini taşıyan temiz, mübârek sır… Aktâb’ın (Arş’tan ferşe kadar tasarrufta bulunan halkı irşad etmek, hidâyete erdirmek işiyle görevli en büyük velîlerin) reisi, pek temiz pek mübârek bir zât… Doğru yolda pîrânın (tarîkat kurucusu mürşidlerin) kumandanı, Allâhu Teâlâ’nın hikmetinden dolayı zamânının Lokmân’ı…
  8. Şeref ve izzet sâhibi ileri gelenler, asrında yaşayan büyük âlimler, etrâfında dönüp dolaşırlardı. O sultan Mevlâ’nın kapısıydı. Karşılık ummayarak doğrudan Allah rızası için ihsân ederdi.
  9. Lutfî! Güzellik, hoşa giden hâl ve nitelik O’nun şânına lâyıktır. Güneşten âşikâr bir vahdet (Allah’a vuslat), iman sâhiplerine sonsuz derecede bolluk ve bereket veren, bağışı sınırsız olan Feyyâz-ı Mutlak yüce Allâh’ın bağışını ni‘met ve ihsânını îman ehli kimselere Allah için yayıp dağıtan şahsiyettir.
  1. Semiyy-i Fahr-i Âlem’sin buhûr-i feyz-i Rabbânî
    Muhammed ismine mazhar künüz-i zât-ı Sübhânî
  2. Seni medhetmeğe diller ne mümkündür ale’l- icmâl
    Teâlâllah zehî devlet latîf-i lutf-i Rabbânî
    Vucûd-i zât-ı akdes bezm-i vahdet şem‘ine hikmet
    Gürûh-i kudsiyanda âlişandır şöhret ü şânı
  3. Mehâsinle şikâr etdin gönüller mürgini dâme
    Seâdet-mend olan buldu seninle râh-ı Rahmân’ı
  4. Me‘ârif bahri ger kılsa temevvüc gark olur âlem
    Eyâ mir’at-ı Rabbânî ki sensin Yûsuf-i sânî
  5. Kemâlât-ı velâyâtın çü sensin hâtemi câna
    Münevver neyyir-i a‘zam zemanda Pîr-i Şirvânî
  6. Kamer-i sırr-ı hikmet kubbe-i sahn-ı reşâdetde
    MUHAMMED LUTFÎ’ ye lutfet olan dâim kerem-şânı





  1. Kâinâtın iftihar kaynağı olan Peygamberimiz sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellem Efendimiz’in “Muhammed” adını taşıyan, Allah’tan gelen ihsan ve keremin deryâsısın. Muhammed sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellem Efendimiz’in isminin tecellîleriyle şeref kazanan; her çeşit noksanlıklardan uzak olan Allah’ın hazînesisin.
  2. Dillerin seni medhetmesi mümkün değildir. Ana hatlarıyla kısaca senin için şunlar söylenebilir: Allah daha da yüceltsin, ne güzel devlet sâhibi. Mazharı bulunduğu Ulûhiyyet sırlarından haberli olma lutfunu, Hak yolunun yolcularından esirgemeyen, lütufkâr… Hürmete lâyık, en mukaddes. Vahdet meclislerinin çırağına yüksek ilim ve üstün akıl kaynağı. Melekler katında şânı şöhreti pek yüce.
  3. Sâhib olduğun eşsiz güzelliklerle gönül kuşlarını tuzağa düşürüp avladın. Rahmân’ın (kullarına acıma ve şefkati çok olan Allah) yolunu; seâdetli olan, bahtiyâr olan seninle buldu.
  4. İlhâma dayanan vâsıtasız bilgi ve irfan denizi dalgalansa, çalkalansa âlem içine batar. Ey Rabbânî ayna (Ulûhiyyet sırlarını yansıtan)! Sen zaten ikinci Yusuf’sun.
  5. Cânım, rûhum, dostum, azîzim Pîr-i Şirvanî (Şirvanlı Pîr)! Sen en mükemmel velîlik makamının sonuncususun. Onun için zamanın en parlak güneşi sensin.
  6. Şeyhlik ve irşad meydanının kubbesinde üstün akıl ve yüksek ilim sırrının mehtâbısın. Ey dâima kerem ve ihsânıyla tanınan şânı yüce efendim! Reşâdet (Hak yolunda sadâketle yürüme) kubbesinde sen üstün akıl ve yüksek ilmin ma‘na ve mâhiyetinin mehtâbısın. Muhammed Lutfî’ye lutfet.

Efe Hazretleri, Bitlis’e Hazret-i Pîr’i ziyârete gittiğinde bir rüyâ görür. Rüyâsında Hazret-i Pîr’i sırtında taşımaktadır. Yolda Nur Hamza Hazretleri’yle karşılaşırlar. Nur Hamza, Efe Hazretleri’nden kendisini de taşımasını ister. O, sırtında Pîr-i Küfrevî olduğu halde bu emri nasıl yerine getirebileceğini düşünmekte ve bir çâre aramaktadır. Ancak bir türlü çâre bulamamıştır. Birden beklemediği bir şey olur. Nur Hamza, Efe Hazretleri’nin boynuna mübârek kollarıyla sarılır, Efe Hazretleri sırtında Hazret-i Pîr, boynunda Nur Hamza Hazretleri olduğu halde yürümeye devam eder ve öylece uyanır. Rüyânın ta‘bîri açıktır. Nur Hamza kendisini ma‘nen dâvet etmektedir. Ancak Hazret-i Pîr’den acaba izin çıkacak mı .? İşâret bekler. Sabahleyin ziyâretçiler huzûra alınır. Hazret-i Pîr her zaman olduğu gibi sohbet eder. Sohbetin sonunda: “Nur Hamza’ya gitmek isteyenler gitsinler. Allah ondan râzî olsun. Bizden selâm götürün. Bize de duâ etsin” buyurur. Böylece Muhammed Küfrevî’nin izni ve işâreti ile Tillo’ya Şeyh Nûr Hamza’yı ziyârete gider ve O Zât-ı Muhteremden Kadirî icâzetiyle döner. Şeyh Nûr Hamza Hazretleri’nin ebedî âleme intikali; 1310 / 1893 olduğuna göre Efe Hazretleri’nin bu ziyâretinin, Muhammed Küfrevî Hazretleri’ne gidişlerini takip eden ilk üç yıl içerisinde gerçekleşmiş olması muhtemeldir.
Şeyh Nûr Hamza meşhur Erzurumlu İbrahim Hakkî’nin mürşidi İsmâil Fakirrullah’ın torunu Gavs Memduh’un (1761- 1847) oğlu ve halîfesidir. Daha çocukken yüzünde devamlı parlayan bir nur olduğu için “Hamza” adına bir de “Nur” eklemişler, böylece adı Nur Hamza olmuştur.

Efe Hazretleri Şeyh Nûr Hamza’nın huzurundan Kadirî icâzetiyle Bitlis’e dönünce, Dergâh-ı Şerif’te bulunan Küfrevî Halîfeleri, Efe Hazretleri’ne istiğnâ ile bakarlar. Bir Pîr-i muazzam olan Muhammed Küfrevî’den sonra başka bir mürşide gitmenin münâsip olmadığı düşüncesindedirler. Oradaki halîfeler içinde en genç olan Efe Hazretleri bu bakışlardan rahatsız olmuştur. Halîfeler arasında şânı yüce, mertebesi yüksek ve yaşça en büyük olan nûranî Şeyh Yûsuf-i Ko̅dî (1266/1849 – 1340/1921) Hazretleri de o meclistedir. Keyfiyeti idrâk eder ve hemen yerinden kalkar başındaki Küfrevî tâcını Efe Hazretleri’nin tâcı üzerine koyar: “Tâc üstüne tâc bu zâta yakışır.” buyurur ve yerine oturur. Bunun üzerine halîfeler de düşüncelerinden ve gösterdikleri istiğnâdan vazgeçerler.